Her koşucu bir gün sakatlığı tadacaktır

Atletizm pistlerinin girişine ‘’her koşucu bir gün sakatlığı tadacaktır.’’ diye yazılmalı diye düşünüyorum. Hayatının bir döneminde koşuya merak salıp da hiç sakatlanmayan var mıdır? Kaf dağının ardında böyle bir tekboynuz yaşıyorsa muhtemelen kendi sınırlarını hiç test etmemiştir. Zira hırs dediğimiz şey arzunun bir şeye yönelimidir, meraktan doğar: Bunun ötesinde ne var? Koşu lisanındaki karşılığı da acaba daha hızlı, daha uzağa, daha yükseğe koşabilir miyim. Sosyal hayattan sakınımlı bir hayat yaşayıp haftada yüzlerce kilometre idman yapıp koşu blogları ile yatıp koşu videoları ile kalkan şehirler arası otobüs yolculuğu tadında yarışlara katılıp da aslında hiç hırslı olmadığını ve bunu sadece doğa sevgisi için yaptığını söyleyen başka bir nadide grup var onları tenzih ederim. Tekboynuzlar gerçekten var. Kiminde hırs böyle pasif bir maske takıyor kiminde de kazanmak için her türlü oyuna hazır zehirli bir hal alıyor. Sanırım Ikarus bugünlerde yaşasaydı güneşlenirken kolunu kanadını yakmazdı ama Berlin maratonunda PB kovalarken kesin bir yerini sakatlardı.

Hırsın müdahil olduğu her şey illaki kötü sonuçlanacak diye bir kaide yok; nasıl ve neye evrimleştiği önemli. Yapıcı bir şekilde kullanılırsa bir şey inşa etmek için muazzam bir güç. Birçoğumuz da ileri yaşlarda tam olarak böyle bir hevesle başlıyoruz uzun mesafe koşmaya; hayatımızda yeni bir şeyler inşa etmek istiyoruz: Sağlıklı alışkanlıklar, kilolardan kurtulmak, neo-liberal ekonomik hayatın dayatmalarından kaçıp özgürlük yanılsaması, orta yaş krizi, kaybettiğimiz o enerjiyi kazanmak, daha iyi görünmek, belki de sadece kendimiz için bir şey yaptığımızı hissetmek… Yaşadığımızı hissetmek… Nitekim, gençken halı sahaların en çok aranan forveti, tek pota maçların Iverson’ı, filelerin sultanı olsak da adı üstünde hevesli amatörleriz. Yoksunluklar ile büyümüş post-travmatik bir neslin yüksek beklentiler ile yetiştirdiği ve aşırı sorumluluk yüklediği bireyler olarak, arka planda tatlı bir melankoli ile her şeye gereğinden fazla ciddi yaklaşıyoruz. Bir de çok mu test çözdük ne, baktığımız her yönde bir sorun görüyoruz. Yoksa bile buluyoruz. Okuduğumuz kitaplar, makaleler, izlediğimiz videolar, sonu gelmeyen koşu sohbetleri, paralel bir evrende sanki birer Kilian veya Emelie imişiz algısı oluşturuyor. Bu hayatta beklentileri karşılayamadık paralelinde bari yapalım, hayal kurmak da mı suç… Sadece koşmakla kalmıyoruz, hepimiz birer antrenör, birer diyetisyen veya yaşam koçuna dönüşüyoruz. Çokçası doğru olsa bile bütüne bir türlü oturmuyor. Sabah işe gidip akşam da eve döndüğümüz gerçeğini, bunun bir hobi olduğunu unutuyoruz. Byung-Chul Han’nın tanımladığı performans toplumunun kendi kendini yöneten bireyleriyiz ve ne yazık ki acımasızlığın en sinsi hali de insanın kendi kendine yaptıkları.

Başlarda tabii ki kimse ben gideyim kendimi şuracıkta parçalayayım demiyor; kimi triatletler ve her defasında en uzun parkura kayıt olup da nasıl acı içinde bitirdiğini anlatmaktan usanmayanlar hariç. Koşuya başlayanlar 101 dersinin ilk konusu: Koş-yürü. Birer teletubby gibi tatliş tatliş başlıyoruz. Haliyle hafif de tombişiz. En havalısından kıyafetler alınıyor, yarışlar koşuluyor. İnsta fotoğrafı, beğeni derken sosyalleşiliyor. Hop! Bilmem ne maratonu veya ultramaratonu. Koca bir öğrenim hayatını sadece Viyana kapısı hikayeleri ile geçirince, Kipchoge’ye kafa tutmaması da olumlu bir şey. Ama gelin görün ki nesnel gerçeklik başka: Rome wasn’t built in one day. Yani diyor ki her kim ki mesafesini haftada yüzde on kademe kademe arttırmaya eninde sonunda sakatlananlardan olacaktır (Holy Book of Running  1:1:1).

‘’Abi, bu sene Kapadokya’ya geliyor musun?’’ ‘’Ben, Taşlıklardan Sazlıklara Köy Koşusuna, Bilmem Ne Gölü Etrafında Bir Kez Yapılacak Ultra Maratonuna, Ahanda Şu Dağdan Felancı Tepeye Bilmemnesu 56K Parkuruna, Seneye Başka Sponsor İsmi Buluruz Şimdilik Bununla İdare Et Medium Trail 33K koşularına kayıt oldum, çok heycanlıyım.’’ Kim heycanlanmaz ki! Dün masa başında otururken nabız 65 idi, o bayırı çıkarken 180. Instagram’da bir arkadaşı paylaşmıştı hayat aldığınız nefeslerden ibaret değil, yokuşta kaçırdıklarınız…gibi bir şey… Holy Book of Running der ki hazır olmadığınız yarışı koşmayın. Anlamı yok. Bilmem ne ultra kaçmıyor, orada. Ayrıca her mahalleye bir ultra kampanyası olduğu için sen ona gitme yakında o sana gelir. Zaten sana gelmiyorsa senin değildir… Amaaan her ne ise…

Kaf dağının ardındaki tekboynuzlar, içi ipekle döşeli, dışı altın ve elmas ile bezeli özel bir ayakkabı giyiyorlarmış. Bu ayakkabı sayesinde katıldıkları her yarışta birinci oldukları gibi ayaklarına taş bile değmiyormuş. Kutsal metinlerde bahsedilen bu ayakkabı ‘Hoka’imiş. Bir hokkabaz ürünüymüş. Off ne biçim bir şeymiş. Kötürümü koşturur, halihazırda koşanı uçururmuş. Bir başka efsaneye göre bunlar hep Salomon’dan türemiş. Ak sakallı ak saçlı bir ultracı abimiz de bu yarışların Mekke’si sayılabilecek Alpler’de gezinirkene bir mağrada ‘’anima sana in corpore sano’’ diye bir ses işitmiş. İlk başta ne olduğuna anlam verememiş. Bu deneyimini gri sakallı gri saçlı başka bir ultracıya anlatmış, ASICS evladım demiş. Hepsi birden aydınlanmışlar ya da biri 200 lümeni gözlerine tutmuş. Bizden önce bilmem kaç bin kişi de aynını söyledi, her blogda yazıda milyon kez bahsi geçti: yok arkadaşım, mükemmel ayakkabı yok. Kilon fazla ise, sürekli sert zeminde koşuyorsan, tekniğin zayıfsa, halihazırda eklemler yalama ise, mesafelerin kredi kartını geçtiyse ayağına yastık bağlasan sakatlanırsın. Daha ne diyelim!

Okuldaki fizik derslerinde anlatılmaz ama bizim sakatlanmalarımız hep Newton yüzündendir. Birincisi, yerçekimi diye bir şey var ve biz ona karşı koyuyoruz. İkincisi, her etki bir tepki doğuruyor. Ve lanet olası enerji bir şeye dönüşmek zorunda. Bütün bunlar olmasa herkes hayal ettiği sürelerde koşardı ya da hayalinde koşardı. Velhasıl ne kadar sürede, ne kadar uzun koştuğunuz değil önemli olan teknik olarak ne kadar doğru koştuğunuzdur. Tabi ki sakatlanmak istemiyorsanız. Bu fiziki işi gerçekleştiren düzenek de kaslar ve ligamanlar olduğu için onları güçlendirmek ve esneyebilir hale getirmek de başka bir fizik dersi konusu. Ama hayat da her konuyu işlemeye müsaade etmeyecek kadar kısa.

Bayram değil, seyran değil, durup dururken bunları neden anlatma ihtiyacı hissettim diye sorarsanız, ben yine sakatlandım. Ama çok şükür bu sefer koşarken değil, salonda form kaybetmeyeyim diye cebelleşirken. En çok sakatlığın yaşandığı zaman yarış değil, hazırlık dönemi. Şimdi atelimi taktım uslu uslu yürüyorum. Her çaba, deneyim, sakatlık insana çok şey öğretiyor. Güzel olanı da bunları paylaşmak, zira başkalarının deneyiminden öğrenmek gibi bir avantajımız var. Öğrenip aynı hataları yapmanın keyfi de apayrı, kaymaklı kadayıf tadında. Yakında salonda küçük baş hayvan olmanın olumsuz yönleri de diye bir yazı yazarım. Şimdilik koşarken sakatlanmanın temel ilkeleri şuracıkta kalsın. Kesin bilgi yayalım arkadaşlar, sığır gibi koşmak sakatlanma nedeni; insan gibi koşun. Yeni bir sakatlıkta görüşmek üzere…sevgiler…saygılar…

Yazan Run.BO: Mümin Güneş